30 Eylül 2015 Çarşamba

Şu Higgs'i Bana Bi Anlatsana

Kime sorsanız şöyle başlar;
“Higgs bozonu, Standart Model Teorisi’nin henüz bulunamamış olan tek eksik parçası.”
Hmm. Aslında değil. Bu teori hepimizin en iyi bildiği fizik kuvveti olan kütle çekimini de açıklayamıyor. Tam bu noktada biraz Standart Model'den bahsetmek gerek.
1930′ların ortasında maddenin yapısı üzerine çıkartılan harita neredeyse tamamlanmış gibi duruyor, proton, nötron ve elektronların madde çekirdeğini oluşturan en küçük yapı taşları olduğu sanılıyordu. Bu bir yanılsamaydı. Tabii proton ve nötronları bir arada tutan şeyin ne olduğu da bilinmiyordu. Bunu araştırmak için parçacık hızlandırıcı laboratuarları kuruldu. Böylece yüksek momentum ve kısa dalga boylarında parçacıkların incelenmesi mümkün olacaktı. Deneyler başladı ve sürprizler art arda geldi. Sir Isaac Newton’dan devralınan fiziğin kuralları değişmeye başlamıştı. Önce baryon ve mezon adı verilen parçacıklar, ardından nötron ve protonları oluşturduğu anlaşılan kuarkların bulunması fizik dünyasında büyük bir devrim yarattı. Bu durum, neredeyse tamamlanmış sayılan fiziğin köklerinden sarsılması anlamına geliyordu. Yeni gelişmelerin neticesinde, bilim insanları evreni ve onu meydana getiren maddeyi anlayabilmek için daha modern bir algıyla yaklaşarak parçacık fiziğinin doğuşuna öncülük ettiler. Keşfedilen altı adet kuarkın yanı sıra, lepton adı verilen altı adet parçacık vardı. Dahası bunların bazıları fiziğin 4 temel kuvveti olarak bilinen kütle çekimi, zayıf/güçlü çekirdek kuvvetleri ve elektromanyetik kuvvetin taşıyıcı parçacıklarıydı. Kütle çekiminin taşıyıcı parçacığı gravitonlar, zayıf çekirdek kuvvetinin W-Z bozonları, güçlü çekirdek kuvvetinin gluonlar, elektromanyetik kuvvetin ise fotonlar…
İşte böylece madde çekirdeğini oluşturan en temel alt parçacıklar ortaya çıkmış oldu. Dahası, bu parçacıklar henüz açıklanamamış olan bir biçimde birbirleriyle etkileşime giriyor ve yüklerini değiştirebiliyorlardı. Peki, bunun sebebi neydi? Tabii tüm bunlar öylesine yeni gelişmelerdi ki bulunan parçacıkların birbirleriyle girdikleri etkileşimi açıklayan tek bir fizik kuramı yoktu. Dolayısıyla yeni kuramlara ihtiyaç duyulmaya başlandı. O sıralarda kuantum mekaniği de iyice şekillenmeye başlamıştı. Mikro düzeydeki parçacıklar dünyasını açıklayan Kuantum Mekaniği ve Einstein'ın makro ölçekli (yıldızlar, gezegenler, vs..) dünyayı açıklayan Genel Görelilik Kuramı böylece karşı karşıya geldiler. Sorun şuydu; bu iki teori birleştirilemiyordu. Sebebi de kütle çekim gücünün kuantum mekaniği ölçeğinde açıklanamıyor oluşuydu. Nihayetinde bilim dünyası ‘Her Şeyin Teorisi’ adını verdiği, iki teoriyi birleştirebilecek ya da en azından parçacıkların etkileşimlerini açıklayabilecek bir kuram arayışına girdi. Tam bu noktada, aralarında Peter Higgs'in de bulunduğu altı fizikçi tarafından Standart Model teorisi geliştirildi. Standart Model, parçacıkların birbirleriyle etkileşimlerini açıklayabildiği için hemen kabul gördü. Ama kütle çekim gücü nedeniyle açılan boşluğu doldurmaktan bir hayli uzak olduğu da aşikardı.
Kuramın bel kemiğini Higgs Alanı oluşturuyor. Parçacıkların nasıl kütle kazandığını açıklamak üzere yaratılan Higgs Alanı teorisi, fermiyonların (kuark ve leptonlar) bu elektromanyetik alanda değiştiğini söylüyor. Yük değişimini tetikleyen faktör ise sadece Higss Alanı’nda varlığını sürdüren bir bozon. Bozonlar, fizikçi Satyendra Nath Bose tarafından keşfedilen, fermiyonlara güç yükleyebilecek değere sahip, yani daha bilimsel anlamıyla spini tam sayı olan parçacıklar. Özetle; Higgs bozonu adı verilen bu parçacık, proton, nötron ve kuark gibi diğer parçacıklarla Higgs Alanı’nda etkileşime giriyor ve onlara kütle kazandırıyor.
Higgs bozonu aslında kütle çekim gücünün teoriye eklenememesi nedeniyle bir türlü tamamlanamayan Standart Model'i haklı çıkarmak için ortaya atılan bir fikir. Çünkü atom altı parçacıklar üzerindeki etkisi çok zayıf olduğundan, kütle çekim kuvveti oyunun dışında tutulmuştu. Teorik olarak incelenmiş fakat ancak çok yüksek enerji seviyelerindeki ölçümlerle ulaşılması mümkün olabileceği için günümüze kadar izine rastlanamamış olan Higgs bozonu, aslında oldukça istikrarsız bir karaktere sahip. Bazı parçacıklarla yoğun olarak etkileşime girdiği halde, bazılarıyla hiç ilgilenmiyor. Ayrıca kütle değeri çok fazla olduğundan ortaya çıktığı an kaybolan bir bozon. Tüm bunlar onun ölçülebilmesini de oldukça zorlaştırıyor. Özetle tarif edecek olursak; proton ve nötron gibi parçacıklar, görünmez bir manyetik alan olan Higgs Alanına giriyor, sadece burada bulunan Higgs bozonu ile etkileşim gerçekleştirerek yük kazanıyor, değişime uğruyorlar. Teoriye göre, Higgs Alanı olmasaydı, evren bildiğimizden çok daha farklı bir yapıda olurdu. Çünkü tüm evreni şekillendiren faktör Higgs parçacığı. Daha sonraları Tanrı Parçacığı olarak ünlenmesinin de sebebi buydu. Hatta önce 'Tanrının Cezası Parçacık’ adını almış, zaman içinde Tanrı Parçacığı diye anılır olmuştu.
Higgs, tüm evreni açıklayabilen bir parçacık değil. Ancak Atom altı parçacıkların davranış modellerini açıklayarak evrenin oluşumunu anlayabilmek adına net bir resim sunabilir. Zaten oldukça ironik bir şekilde, teoride Higgs parçacığı için net bir değer veya kütle belirlenebilmiş de değil. Tüm parçacıkları orkestra şefi gibi yönetiyor ancak bunu ölçülmesi çok zor bir şekilde yaptığı için varlığı değil, ona dair izler elde edilebiliyor.
Parçacık fiziği söz konusu olduğunda gerçek gözlem diye bir şeyden söz edemeyiz. Zaten kuantum mekaniği de tamamen olasılıklar üzerine kurulu. Maddeyi oluşturan parçacıklar, atomaltı dünyalarında, bildiğimiz tüm kuralları alt üst ederek davranış modellerini değiştirme kabiliyetine sahipler. Yani önceden tahmine dayalı bir mekanizmaları yok ve türlü olasılıklarla şekilleniyorlar. Kuantum fiziği; ister bir gezegen olsun, ister atomaltı parçacık, hiçbir şeyin tedirgin edilmeden gözlemlenemeyeceğini söyler. Madde üzerinde yapılan tüm gözlem ve deneylerde gözlemcinin yaşamsal bir önemi vardır. Yani madde, kendisini izleyen gözlemciye göre atomaltı parçacıklar bazında oluşturduğu davranış modelini değiştirebilir. Kuantum fiziğinin en etkileyici yönlerinden biri, gözlemci algısını fiziksel evren hakkındaki tüm görüşlerin merkezine koyuyor olması. Bu yeni fizik, bir bakıma nesnel varoluş diye bir şeyin olmadığını söylüyor. Çünkü gözlemci zihninin maddeyi doğrudan etkilediği bilimsel olarak kabul edilmiş durumda. Dolayısıyla belirsizlikler üzerine kurulu olan kuantum fiziğinde herhangi bir teorinin doğru olduğunu ispatlamak da mümkün değil. Bu durumda günümüz fiziği olasılıklar ve iyi teoriler üzerinden şekilleniyor. Matematik fonksiyonları ile hesaplanmaya çalışılan bu olasılıklar, aslında yer ve zamanda hareket eden dalgalara karşılık geliyorlar. Dolayısıyla gerçek sayılar onları hesaplamak için yeterli değil ve bilim insanları “en iyi olasılıklardan” yola çıkarak hayali sayılar yaratıyorlar. Böylece hem gerçek, hem de hayali sayıların bir arada kullanılmasıyla yaratıcılıkta sınır tanımayan teoriler oluşturulabiliyor.
 
“Yine Anlamadım,” diyenler için not:
Üzülme, Richard Feynman bile anlamadı.

ŞAŞIRTICI GERÇEKLER VE ÇÖZÜLMEYİ BEKLEYEN 8 BÜYÜK GİZEM

ŞAŞIRTICI GERÇEKLER VE ÇÖZÜLMEYİ BEKLEYEN 8 BÜYÜK GİZEM
İnsanoğlunun evrimsel sürecinde Dünya üzerindeki yaşama kökten bağlantılı olması, kozmolojik bir öykünün sadece son aşamasını simgeliyor. Aslında kimyasal içeriğimiz nedeniyle diğer yıldız sistemleriyle ve fiziksel yapımızı oluşturan atomlar bazında evrendeki tüm maddeyle ilişki içindeyiz. Yaşam, evrenin oluştuğu andan bu yana devam eden yıldız patlamalarıyla tetiklenerek başladı ve gelişimine devam ediyor. Gezegenimiz devasa boyutlardaki süpernova patlamalarının uzaya bıraktığı karbon, oksijen ve nitrojen gibi temel bileşenler sayesinde oluştu. Yani sadece mecazi olarak değil, kelimenin tam anlamıyla yıldız tozlarından meydana geliyor, kozmosun yapısını fiziksel bedenlerimizde taşıyoruz. Kozmik kökenlerimizden günümüze uzanan bu epik hikâyenin başrol oyuncuları olarak binlerce yıldır onu anlamaya çalışıyor, bu muazzam ölçekteki oluşumun sırlarını öğrenmek için sorular soruyoruz. Bazı sorularımız temel fizik kuralları ile yanıtlanabiliyor. Fakat bir kısmı da varoluşumuza dair yeni gizemlere açılıyor. Bir başka deyişle; büyük sorular soruyor ve anlaşılması zaman alan büyük cevaplar elde ediyoruz.
Bir parçası olduğumuz evren sırlarla dolu bir yer. Onu keşif yolculuğunda attığımız her adım bilincimize meydan okuyan yeni soruları karşımıza çıkarıyor. Bilim dünyası özellikle yüzyılın son yarısında gerçekleştirdiği en görkemli keşiflerin ışığında bile sandığımızdan daha girift bir yapıya uzanan işaretlerle yüz yüze geldi. Bir anlamda, kozmolojik gizemlerin çözülmesi merakımızı gidermek yerine giderek artan bir iştahla sorular sormamıza yol açıyor. En zorlu sınavımızı her seferinde yeni bir bakış açısı ile yaklaşıp, algımızın boyutlarını biraz daha genişletmeye çabalayarak veriyoruz. Amacı evrenin sırlarını aydınlatmak olan modern fizik dünyası ise araştırmalarına iki farklı teori üzerinden devam ediyor: Albert Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı ve maddenin yapı taşlarını inceleyen Kuantum Mekaniği.
TÜM GİZEMLERİN BAŞLADIĞI NOKTA: KUANTUM MEKANİĞİ VE GENEL GÖRELİLİK KURAMI
image
Genel görelilik; yıldızlar, güneş sistemleri, galaksiler gibi giderek genişleyen bir sistemi, yani evreni daha geniş boyutlarda algılamamızı sağlayan bir bakış açısı yarattı. Kuantum mekaniği ise maddeyi ve dolayısıyla tüm evreni oluşturan atom-altı parçacıklara yöneldi. Bilim adamları bu iki kuramdan yola çıkarak çok büyük keşifler yapmış olsalar da, her bir buluşun ışığında aynı garip sonuca ulaştılar: Bilimsel tarihin akışını kökten değiştiren bu iki önemli teori hiçbir koşul altında bir araya getirilemiyordu. Biri mutlaka hatalı olmalıydı. Ama hangisi? Süregelen çelişkiye rağmen her iki teori de fizik dünyasında muazzam bir ilerleme kaydedilmesini sağladı. Fizikçiler hem atom-altı parçacıkları inceledikleri deneylerinde, hem de evrenin yapısını aydınlatabilmek için gerçekleştirdikleri çalışmalarda çok önemli sonuçlar elde ettiler. 
Einstein’ın 1915 yılında yayınladığı kuramı, Isaac Newton’ın evrensel kütleçekim yasasının geliştirilmesiyle, yerçekiminin uzay-zamanda tanımlanmasını sağlanmıştı. Matematiksel güzelliğin doruk noktası olarak anılan genel görelilik kuramı gezegenlerin hareketinden, ışığın rotasına dek her şeyi harikulade bir doğrulukla açıklıyor. Einstein, kuram dahilinde çok önemli bir bulguyu paylaştı; yıldız ve gezegenler gibi çok geniş kütleli cisimler, etraflarındaki uzayı eğip bükerek bir kavis oluşturuyorlar. Kütlenin uzay-zamanı deforme ederek yarattığı bu eğim nedeniyle ışık ve diğer cisimler gezegenlerin yakınına ulaştıklarında kütleçekimsel bir sapmayla yörünge hareketine başlıyorlar. Dahası, bu durum kütlenin zamanı genişletebildiğini veya kısaltabildiğini de gösteriyor. Genel görelilik, 2010 yılına kadar sadece teorik olarak açıklanabilmiş ya da laboratuar deneylerinde gözlemlenebilmişti. Fakat günümüzde uzayda yapılabilen gerçek ölçümler sonucunda kuramın doğruluğu kanıtlanmış oldu. 1950’li yıllarda Leonard Schiff tarafından geliştirilmeye başlanan ve 2004 yılında NASA’nın yerçekimi sondası olarak uzaya yollanan ‘Gravity Probe B’, yaptığı hassas ölçümler sonucunda Einstein’ın teorisinin kusursuz olduğunu gösterdi.
Diğer taraftan CERN ve Fermilab gibi parçacık hızlandırıcı laboratuarlarında yaklaşık elli yıldır yapılan kuantum mekaniği deneyleri, bu teorinin de vazgeçilmez olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Einstein’ın görelilik kuramı büyük şeyleri anlayabilmemiz için mükemmel bir bakış açısı sunarak astrofizik dalına ışık tuttu. Kuantum mekaniği ise parçacık fiziğini şekillendirerek, bilinen en ufak yapı taşlarını aydınlatmak ve maddeyi oluşturan süreci algılamak konusunda aynı etkiyi yaratıyor. Bir başka deyişle, her iki teori de kendi alanında fevkalade sonuçlar elde edilmesini sağladı ama birbirleri ile karşı karşıya geldiklerinde muhalif bir oluşum sergileyerek matematiğin çaresiz kalmasına sebep oldular. Bilim adamlarını oldukça rahatsız eden bu durum modern bilimin öncelikli olarak çözmesi gereken en büyük sorun haline dönüştü. İki teori arasındaki boşluğu yaratan faktör ise evrendeki dört temel etkileşimden biri olan kütleçekim. Kütleçekim, kuantum mekaniğine uyarlanamayan tek fizik kuvveti. Bilim insanları teorileri birleştirebilmek için Kuantum Kütleçekim adı verilen fakat henüz nasıl oluşturulacağı bilinmeyen bir kurama ihtiyaç duyuyorlar. Fakat kuantum kütleçekimini bulmaya çalışırken öncelikle anlaşılması gereken başka gizemler de olduğunu gördüler. Bunlardan ilki uzay-zaman oluşumuydu. Uzay ve zaman, asırlardır birbirinden farklı iki durum olarak algılanmış fakat Einstein’ın genel görelilik kuramında sunduğu radikal değişiklikle homojen bir yapıya dönüşmüştü. Oldukça karmaşık olan bu yapıyı anlayabilmek için öncelikle uzayın dokusunu incelemek gerekiyordu.
1. YERÇEKİMİ VE UZAYIN DOKUSU
Albert Einstein, ışığın uzaydaki hareket ve hızını açıklamak için uzay ve zamanın birlikte çalıştığına dair fikrini sunduğunda bu yapıya dair sırlara bir yenisini eklenmiş oldu. Hız, cisimlerin uzaydaki hareketinin ölçülmesidir. Uzay-zaman oluşumu o kadar mükemmel ölçülerde bir araya geliyor ki ışığın saniyede 299.792 kilometrelik hızı aşılamıyor. Uzay ve zaman birleşerek, birbiri içinde eriyen homojen bir yapı meydana getiriyorlar. Tüm zamanların en büyük keşiflerinden olan uzay-zaman yapısı, anlaşılması oldukça güç bir oluşum. Yine de bu yeni uzay-zaman algısı, Einstein’ın kuramı ile kuantum mekaniği arasında sıkışıp kalmış olan başka bir gizemi çözmek adına mükemmel bir resim oluşturuyor: Yerçekimi, ya da teoride ele alındığı adıyla kütleçekim.
Yerçekimi, cisimlerin uzayda birbirlerini etkiledikleri bir güç alanı yaratıyor ve bu gücün tüm sırrı uzay-zaman yapısının anlaşılmasında yatıyor. Einstein yerçekiminin çalışma mekanizmasını açıklamış, onun uzay-zamanın şeklini değiştirdiğini kanıtlamıştı. Örneğin Ay’ın yörüngesini belirleyen şey onun Dünya’ya doğru esrarengiz bir biçimde çekilmesi değil, Dünya’nın kütleçekim alanının uzay-zamanda yarattığı bükülme etkisidir. Yani uzay içeriği olan, esnek bir yapıydı ve bu durum tüm evreni tanımlayabilmek adına yeni bir bakış açısı gerektiriyordu. Newton’ın uzayı pasif ve statik bir oluşum olarak görmüş olmasının aksine, Einstein onun zamanla birleşerek evreni şekillendiren aktif, dinamik ve esnek bir sistem olduğunu anlamıştı. Bu öyle bir yapı ki, kozmik öykünün içinde kesinlikle başrolü oynuyor. 
image
Genel Görelilik Kuramı’nın doğruluğunu ölçümlemek adına uzaya yollanan Gravity Probe-B sondası, uzay boşluğunun fiziksel bir dokusu ve içeriği olduğunu gösteren kanıtlar ortaya koydu. Uzayda yapılan ölçümlerle eş zamanlı olarak, farklı bir alanda, atom-altı parçacıklar üzerinde çalışan kuantum fizikçileri de deneylerinde bu sonucu doğruladılar. Uzay boşluğu diye adlandırdığımız alan aslında boş değil, sürekli dalgalanan bir hareket mekanizmasıyla esnek bir doku yaratıyor. Dalgalanma hareketi parçacıkların çarpışmalarına, bunun sonucunda birbirlerini imha etmeleri ve baştan yaratmalarına yol açıyor. 
image
Uzayın bir boşluk değil, dolu bir içerik olduğu fikri ilk olarak 1948 yılında fizikçi Hendrik Casimir tarafından önerilmişti. Cassimir, yaptığı deneylerde elektrik yükü sıfırlanmış olan iki metal levhayı, aralarında sadece kağıt inceliğinde bir alan kalacak şekilde yaklaştırdığında levhaların birbirlerini çekmeye başladıklarını gördü. Yani atomik ölçekte uzayın boş olmadığı, bu etkiyi yaratabilecek maddelerden oluştuğu anlaşıldı. Metal levhalar arasında kalan ince bölgede parçacıklar öyle büyük bir kuvvet yaratıyorlardı ki bunun sonucunda levhalar birbirine yaklaşma eğilimi sergiliyordu. Günümüzde ise parçacıkların oluşturduğu alanı anlamaya yönelik araştırmalara bilimsel tarihin en yüksek bütçeli deneyi olarak tanınan CERN laboratuarlarında devam ediliyor. Bilim adamları bu deneylerde parçacıkları çarpıştırarak ortaya çıkan enerji alanını ölçüyor ve tüm evreni oluşturan maddelerin yapısını haritalamaya çalışıyorlar. Son elli yıldır yapılan parçacık deneylerinde atom-altı ölçekteki bu dünyanın oldukça hareketli ve garip olduğu keşfedildi. 
Bir çoğumuz uzay denilince, çok uzağımızda olan dış uzayı algılıyoruz. Aslında uzay her yerde. Uzay boşluğu diye adlandırdığımız alan bükülerek değişebiliyor ve yarattığı dalga etkisiyle evimizdeki masadan tutun da, galaksilere kadar evrende gözlemleyebildiğimiz tüm maddeye şekil veriyor. Fakat uzayın ne olduğu henüz çözülememiş olan bir konu. Uzun yıllardır hakkında ipuçları elde ediyor ve hatta cisimlerin uzaydaki hareketlerini anlayabiliyor olsak da, bu gizemli yapı sırlarını hala korumakta. Bilimsel keşiflerin ışığında uzay-zaman yapısının kozmosun kaderini belirleyen bir güç olduğu görüldü. Ve tüm diğer gizemlerin açıklanabilmesi için öncelikle onun anlaşılması gerekiyor. Bunun için de bakılması gereken tek bir yer var: Yaklaşık 14 milyar yıl önce, zamanın kısacık bir kesitinde gerçekleşen şiddetli bir patlama anı; Big Bang.
2. BIG BANG NASIL OLUŞTU?
Albert Einstein’ın kuramını yayınlamasından birkaç yıl sonra, teori üzerinde yapılan matematiksel analizler sonucunda evrenin genişlediği, galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığı anlaşıldı. Hesaplanan bu genişleme etkisi 1929 yılında Edwin Hubble’ın yapmış olduğu astronomi gözlemleri ile de örtüşüyordu. Ardından fizikçiler durumun sebebini incelemeye başladılar ve evrenin başlangıç aşamasında şimdiki halinden çok daha küçük olduğunun farkına vardılar. Uzak geçmişte, bir noktada bildiğimiz tüm gezegen, yıldız, galaksiler ve hatta uzayın bizzat kendisi bile sıkıştırılmış küçücük bir benek halindeyken, genişleyerek evrimleşmiş olmalıydı. Hatta böyle büyük bir genişleme ancak çok büyük bir patlamanın etkisiyle gerçekleşebilirdi. Teoriye adını veren patlama etkisi ilk olarak Rus kozmolog Alexander Friedmann ile Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre tarafından ortaya atıldı. Böylece Big Bang doğmuş oldu. Takip eden yıllarda uzay teleskoplarıyla yapılan gerçek gözlemler ve astrofizik biliminin ölçümleri sayesinde patlamanın aşamaları keşfedilerek çok önemli gelişmeler kaydedildi. Einstein’ın teorisi bir kez daha mükemmel bir iş ortaya koymuş, evrenin genişlemesi üzerine matematiksel bir denklem oluşturmuştu. Fakat bu denklemler büyük patlamanın hemen sonrasındaki ortamı, yani evrenin ilk saniyelerini açıklayamıyordu. Günümüzde büyük patlamanın neden yaşandığı, patlama öncesinde ne olduğu hala bilinmiyor. Fakat onu neyin tetiklediği konusu açıklığa kavuştu. 
80’li yıllarda fizikçi ve kozmolog Alan Guth, nasıl başladığı konusuna bir türlü cevap bulunamayan Big Bang teorisini geliştirerek alternatif bir yaklaşım sundu. Kozmik Şişme adı verilen teoriye göre evrenin ilk saniyeleri şu ankinden farklı bir yapıda olduğu için yerçekimi şimdiki görevinin aksine itme işlevini üstleniyordu. Bu duruma ‘itici kütleçekim’ adı verildi. Büyük patlamanın açıkladığı yayılma etkisi aslında kütleçekimin muazzam boyutlardaki itiş gücü ile sağlanmış, galaksiler, yıldızlar ve gezegenler bu itiş gücüyle dizilerek şekillenmişti. Matematiksel olarak tarif edildiği biçimiyle bu itiş etkisi o kadar kuvvetliydi ki, sadece göz açıp kapama süresinde bir molekül büyüklüğündeki kuantum içeriği genişleterek Samanyolu Galaksisi kadar devasa bir oluşum yaratması mümkündü. Üstelik galaksi boyutlarına geldikten sonra, evrenin yayılarak genişlemeye devam etmesi zaten kaçınılmaz bir durumdu. Böylece itici kütleçekim, büyük patlamanın kayıp halkasını açıklamıştı. 
image
Guth’un matematiksel ölçümleri, patlamanın, kuantum içeriği oldukça şiddetli bir biçimde yayarak muazzam bir saçılma yarattığını öngörmüştü. Kozmik Mikrodalga Arkaplan Işıması (Cosmic Microwave Background Radiation) denilen bu durum büyük patlamadan hemen sonra dağılan ışığın günümüzdeki yankısı. Teoride patlamanın etkisi nedeniyle evrenin çeşitli yerlerinde ısı farklılıkları oluştuğu ve bunların gözlemlenebilecek değerler olması gerektiği söyleniyordu. NASA bu durumu aydınlatmak için 1990’lı yılların başında kullandığı COBE - Kozmik Arkaplan Kaşifi ile bahsi geçen arkaplan ışımasını görüntülemeyi başardı (günümüzde bu ölçümler Planck uydusuyla gerçekleştiriliyor). Hatta keşif uydusunun yaptığı ölçümler, teorinin matematiksel olarak hesapladığı tahminlerle birebir örtüşüyordu. Böylece Guth’un kozmik şişme kuramı doğrulanmış oldu.
Ancak büyük patlama öncesinde ne vardı ve patlama neden yaşandı, hala bilinmiyor. Işığın uzayda bir noktadan diğerine ulaşması bile zaman sınırları içinde gerçekleştiğinden, uzayda ne kadar uzağa bakarsak, zamanda o kadar geriyi görmüş oluyoruz. Bu nedenle günümüzde geliştirilmekte olan güçlü teleskoplar ile belki bir gün Big Bang’e, hatta birkaç dakika öncesine ulaşma imkanımız bile olabilir. 
3. HIZLANARAK GENİŞLEYEN EVREN: Karanlık Enerji ve Sonsuz Patlama 
image
Her şey bir patlama ile başladıysa evrenin nihai kaderi nedir? Bu genişleme etkisi sonsuza dek devam edecek mi, yoksa yerçekimi eninde sonunda duruma müdahale edip evreni daha sakin bir yapıya mı kavuşturacak? Big Bang ile genişlemeye başlayan evren, büyüyüp yayıldıkça günümüzde gözlemlediğimiz formuna kavuştu. Kütleçekim yasası gereğince genişleme etkisinin yavaşlamış olduğu ve bir gün sonlanacağı tahmin ediliyordu. Astronomlar bu durumu araştırmak için süpernova denilen devasa yıldızların patlamalarını takibe aldılar. Süpernova patlamaları tıpkı büyük patlamayı andırıyor; patlıyor, evrene muazzam bir enerji bırakıyor ve etrafa saçtığı olağanüstü kuantum içerik ile farklı oluşumların şekillenmesine sebep oluyor. Astronomlar süpernovaları takip ederek, kütleçekiminin bu olağanüstü genleşme üzerindeki etkisini araştırırken çok şaşırtıcı bir gerçekle karşılaştılar. 1998 yılında elde edilen sonuçlar böyle bir yavaşlama olmadığını, aksine evrenin her geçen saniye daha da hızlanarak genişlediğini gösteriyordu. Bu önemli buluşa imza atan Saul Perlmutter, Brian Schmidt ve Adam Riess 2011 yılında Nobel Fizik ödülüne layık görüldüler.
Bilim insanlarını şaşırtan bu yeni bilgi üzerine farklı teoriler ortaya atıldı. Bunlardan ilki; uzay dokusunun evreni itmeye devam ederek galaksilerin birbirlerinden uzaklaşmasına sebep olduğunu söylüyordu. Yani içeriği henüz keşfedilememiş olan uzay, böyle bir hızlanmaya sebep olacak bir şeyler barındırıyor olmalıydı. Kütkeçekimi etkisiz hale getirerek bu derece bir hızlanma yaratan yeni gizeme Karanlık Enerji adı verildi.
Karanlık Enerji
Fizikçiler bu görülemeyen, içeriği anlaşılamayan enerjiyi biraz olsun aydınlatabilmek adına bazı hesaplar yaptılar. Tam olarak ne kadar karanlık enerji miktarının genişlemeyi böyle hızlandırabileceğini hesapladıklarında, evrenin %73’ünü kaplaması gereken astronomik bir oluşum olduğu ortaya çıktı. Ancak teoride hesaplananın aksine, ölçümler evrendeki karanlık enerji yoğunluğunun çok düşük ve önemsiz olduğunu gösteriyordu. Her bir cm3’te sadece 10-29 gram bulunduğu görülen karanlık enerjinin, böyle zayıf bir miktarla bu denli güçlü bir itme kuvvetini nasıl uygulayabildiği bilinmiyor.
Hesap ve gözlemler arasındaki uçurum fiziğin karanlık enerji miktarını ölçerken gözden kaçırdığı bir şeyler olduğunu ve bu maddenin anlaşılamadığını ortaya koyuyordu. Kuantum mekaniği, mikro ölçekli parçacıkların olağanüstü aktiviteleri sonucunda uzaya önemli ölçüde enerji salınabileceğini söylüyor. Ancak fizikçilerin bir takım matematik hesaplamalarla elde ettikleri bu enerji miktarı da neredeyse sıfıra yakındı ve aranan cevap bulunamadı. Hesap ve ölçümlerin bir türlü eşleşmiyor olması, fiziğin bugüne dek rastladığı en gizemli oluşumlardan biriyle karşı karşıya kaldığını gösteriyordu. Aslında Einstein’ın kuramında kütleçekim etkisi iki farklı davranış modeli oluşturabilecek şekilde tarif edilmişti. Bildiğimiz anlamda cisimleri birbirine çeken bir güç olmasının yanı sıra, bazı şartlar altında itici bir etkisi olması da mümkün görülmüştü. Bilim adamının notlarında, eğer uzay görülemeyen bir enerji barındırıyorsa, bu durumda kütleçekimin itme etkisi gösterebileceği yazıyordu. Albert Einstein, denklemlerini oluştururken evrenin genişlediğini henüz bilmediği halde bu durumun olasılık dahilinde olduğunu görmüştü. Fakat o sırada durağan evren modeli üzerinde çalıştığı için hesaplarına ‘kozmolojik sabit’ adını verdiği bir değer ekleyerek denklemleri düzeltmiş ve gelecekte ne kadar önemli olacağının fakına bile varmadan itici kütleçekim etkisini tarif etmişti. Günümüzde bu sabit değer, karanlık enerjinin oluşturduğu itici kütleçekim gücünü ölçebilmek adına fizik dünyasının elindeki tek veriyi oluşturuyor. Karanlık enerji, evrenin hızlanarak genişlemesini açıklamak için yeterince anlaşılamayan bir fenomene dönüşünce, konuya en ilginç yaklaşım ‘çoklu evrenler’ üzerine gelişen Sicim Kuramı fizikçilerinden geldi. 
Sonsuz Patlama
Büyük patlama bir başkalaşma etkisi yaratmıştı. Bu etkiyle sıcak yıldızlar, soğuk uzay dokusu, dev gaz bulutları, birbirinden oldukça farklı gezegen türleri, kara delikler, galaksiler ve belki de henüz keşfedememiş olduğumuz oluşumlar meydana geldi. Tüm bunlar fiziğin kuralları dahilinde gerçekleşti. Örneğin bir gün kütleçekimin olmadığı bir gezegen keşfedilmesi mümkün değil. Bu da demek oluyor ki; bu derece çeşitli bir yapıda bile bazı limitler var. Üstelik evren, şu ana dek gözlemleyebildiğimiz sınır olan 10 milyar ışık yılından çok daha büyük bir yer. Aslında onun sadece ufak bir kesitini izleyebiliyoruz. Ve evrenin fizik kurallarına bağlı olan bu yapısı büyük patlamanın etkisi geçtiğinde oluşmuştu. Patlamanın sonrasında kuantum olasılıkları devreye girdi, farklı noktalarda farklı yapılar meydana geldi. Kozmik Şişme kuramını yaratan Alan Guth, patlama etkisinin tüm evrende aynı anda sonlamamış olabileceğini belirtmişti. Guth’a göre galaksimizi çevreleyen alanda büyük patlamanın etkisi 13,7 milyar yıl önce yaşanmış olarak ölçülüyor olsa da, evrenin çok daha uzak bölümlerinde yapılacak ölçümler farklı değerleri gösterecekti. Hatta oluşumun hala devam ettiği yerlerde patlamanın da sürdüğü düşünülüyordu. NASA’nın kozmik arkaplan ışıması çalışmaları bu durumu doğrulamış ve patlama etkisinin bir haritasını oluşturmuştu. Alan Guth’un çalışmalarından yola çıkan fizikçi Andrei Linde büyük patlamanın hala sürdüğünü ve başka patlamalarla devam ettiğini açıklayan bir teori geliştirdi. Daha sonra Guth’un da desteğini alan bu modele Sonsuz Patlama Teorisi deniyor. Teori, evrende patlama etkisinin henüz ulaşmadığı mikroskobik boyutta kabarcıklar olduğunu söylüyor. Patlama etkisi ne zaman bu kabarcıklardan birine ulaşsa, o noktada bir genişleme yaratarak başka kabarcıkları da tetikliyor. Asla sona ermeyecek olan bu sürecin bir parçası olarak, aslında bir kabarcık evreninde yaşıyoruz. Guth ve Linde’nin arkaplan ışıması haritasından yola çıkarak oluşturduğu sonsuz patlama ve kabarcık evrenler modeli, Sicim Kuramı’nin en önemli çalışmalarından birine dönüştü. Aslına bakılırsa, Sicim Kuramı birçok olası açıklamadan meydana geliyor. MIT’de (Massachusetts Institute of Technology) fizik profesörü olan Alan Guth, sonsuz patlama modelini de eklediği Kozmik Şişme Teorisi ile 2012 yılı ‘Fundamental Physics Prize’ ödülünü (Temel Fizik Ödülleri) aldı. Guth, daha önce Fizik Enstitüsü tarafından verilen Isaac Newton Madalyası ve Uluslararası Teorik Fizik Merkezi’nin Dirac Ödülü’ne layık görülmüştü.
Bir yandan Alan Guth ve Andrei Linde tarafından geliştirilen sonsuz patlama modeliyle, diğer taraftan karanlık enerjinin varlığıyla açıklanmaya çalışılan bu hızlanma etkisinin sebebi henüz ispatlanabilmiş değil. Her ne kadar karanlık enerji fikri kabul görüyor olsa da, böyle bir enerjinin varlığına dair en ufak bir kanıt bile yok. Şu anda hızlanma etkisi konusunda bilim dünyasının elinde sadece bir takım iyi teoriler bulunuyor. Ve bir teori daha var: İsviçreli fizikçi Nassim Haramein’a göre bu hızlanmayı yaratan asıl etken evrenin şekli. Haramein, Schwarzschild Proton adlı teorisiyle karanlık enerji diye bir şeye ihtiyaç kalmadan hızlanmayı açıklıyor. Fizikçi, 2009 yılında Belçika Bilim Komitesi 9. Uluslararası Konferansı’nda en iyi teori ödülünü aldığı çalışmasında evrenin düz değil, simit şeklinde olduğunu ve bu durumun hızlanmayı yaratan bir vakum etkisi oluşturduğunu söylüyor. Her ne kadar Haramein ve Sicim Kuramı fizikçileri hızlanarak genişlemenin sebeplerini aydınlatmış olsalar da, şimdilik ortaya atılan birbirinden farklı kuramlar nedeniyle bu fenomen bilim dünyasını uzunca bir süre daha meşgul edecek gibi görünüyor. 
4. PARALEL EVRENLER: ÇOKLU EVREN MODELİ 
image
Karanlık enerji gizemine yanıt aranırken, evrenin tek örnek olmadığı, diğer evrenlerin de bulunabileceği üzerine kurulan teoriler çoklu evren temasının başlangıcını oluşturdu. Kozmik Şişme’de Alan Guth’un önerileri evrenin yapısı üzerine çok önemli bir model ortaya koymuştu. Kuram böylece evrendeki varlığımıza yönelik bakış açımıza da ciddi anlamda değişiklikler sunmuş oluyordu. Bu çalışmalardan yola çıkan Rus fizikçi Alex Vilenkin, başka evrenlerin de mümkün olduğunu düşündü. Sorun şu ki; sadece evrenler genişlemiyor, onları ayıran uzay boşluğu da bu genişleme etkisine maruz kalıyordu. Bu durumda birbirlerinden ışığın bile ulaşamayacağı bir hızla uzaklaşıyor olmalılardı. Yani bu fikrin ispatlanması mümkün değildi. Böylece herkesin kuşku ve alaycılıkla baktığı çalışmalar bir süre için rafa kaldırılmış oldu. 
Fakat CERN laboratuarlarında yapılan deneylerin sonucunda görüldü ki, maddeyi oluşturan proton ve nötronlar bile alt parçacıklar olan kuarklardan oluşuyor. Bunun üzerine bazı fizikçiler, kuark gibi alt parçacıklardan bile daha küçük bir yapıya ulaşmanın mümkün olduğunu düşündüler. Sonuçta kuarklarla karşılaşmadan önce proton, nötron ve elektronların maddenin en ufak yapıtaşları olduğu sanılmıştı. Dolayısıyla kuarklar bile daha ufak bir şeylerden oluşuyor olabilirlerdi: Titreşen, minik lifler. Ya da diğer bir deyişle; sürekli enerji döngüsü yaratabilen sicimler. Bu fikirle ortaya çıkan ve modern fiziğin en yeni atılımı olan büyük çalışmaya Sicim Kuramı adı verildi. Paralel evrenler de böylece Stanford Üniversitesi fizik profesörü Leonard Susskind’in 43 yıl önce temellerini oluşturduğu Sicim Kuramı’nın bir parçası haline geldi. Günümüzde ‘Her Şeyin Teorisi’ olmaya en yakın aday gibi görünen Sicim Kuramı aslında bir bakıma çoklu evrenler teması üzerine gelişti. Tıpkı bir kemandaki her yayın farklı titreşimlerle başka sesler çıkarabiliyor olması gibi, teori bu sicimlerin her farklı titreşiminin yeni bir olasılık yaratacağını öngörüyor. Susskind, karanlık enerjiye alternatif oluşturmak için üretilen Sonsuz Patlama modelinden esinlenerek, her bir evrende bu enerji miktarının farklı oranlarda bulunabileceğini açıkladı. Böylece Sonsuz Patlama, karanlık enerji ve Sicim Kuramı bir araya gelerek çoklu evren modelini destekleyen bir tablo oluşturmaya başladılar. 
Her ne kadar diğer evrenlerin varlığı gözlemlenebilir olmasa da, mega evren kavramı gizemli karanlık enerjiyi açıklayabiliyor. Günümüzde bilimin sadece ortaya konulan kanıtlarla değil, ispatlanması imkansız olsa da iyi teoriler üzerinden şekillendiği bir düzeye ulaştık. Bunun başlıca sebebi Genel Görelilik Kuramı’nda tanımlanmış olan kütleçekimin hiçbir koşul altında kuantum mekaniğine uygulanamıyor oluşu. Aslında çoklu evrenler modeli fizik kurallarına ters düşen bir durum yaratmıyor. Aksine tek bir evren anlayışı ile kısıtlı kalmayıp, evrenin oluşumundan, içeriğine kadar birçok durumu açıklayabilen teoriler üretiyor.
Bu mega evren, her bir evrenin farklı fizik kuralları ile, hatta bambaşka içeriklerde oluştuğu bir yapı. Örneğin bazılarında ışık bile olmayabilir. Ya da maddenin oluşmadığı bir evren olması bile mümkün. Fakat hayatın bambaşka yönde şekillendiği, bizimkine çok benzeyen örnekler de olabilir. Matematiksel hesaplara göre, yaşadığımız evrenle tıpa tıp aynı olan başka evrenler de olmalı. Çünkü eğer uzay sınırsız ise ve sonsuz sayıda evrenle karşı karşıyaysak, bu durumda matematiğin kuralarına göre bizimkinde oluşan tüm detaylar en azından bir kere daha kendini tekrar etmek zorunda. Bu da demek oluyor ki; bir yerlerde hepimizin birer kopyası var. Çoklu evrenler, kozmik cevaplara ulaşmak konusunda umut vadeden fakat sarsıcı bir ihtimal. Peki hiçbir deneysel kanıt olmadan buna inanabilir miyiz?
Özellikle son yüzyılda cisimlerin doğasına dair teorik olarak hesaplanan, denklemlerle desteklenen ama deneysel anlamda kanıtlanma imkanı bulunmayan birçok kuram üretildi. Mesela kara deliklerin davranış şekilleri teoride açıklanabilmiş olmasına rağmen, onları test edip günümüzde kabul görmüş olan fikirleri onaylama imkanına sahip değiliz. Varlıklarını sadece uzaktan gözlemleyebiliyoruz. Hatta direkt bir gözlem yapabilmiş değiliz. Ve bu gözlemlerden kara deliğin davranış şekillerinden emin olacak kadar veri elde etmiş de değiliz. Aynı şekilde, çoklu evrenler için de matematiksel hesaplamalar ve durumu açıklayabilen denklemler mevcut. Bu durum onun gerçek olduğunu kanıtlamıyor fakat ‘gerçek’ hakkında daha derin bir anlayış geliştirmemiz gerektiğini söylüyor olabilir. Ayrıca Alan Guth’un teorisiyle yaratılmış olan kozmik arkaplan ışıması haritası birçok patlamayla birlikte, birçok evrenin de olabileceğine açıkça işaret ediyor.
Sayıları zamanla artan bilim adamları bu teorinin kozmosu anlamamız için yakından incelenmesi gereken nihai model olduğu görüşündeler. Gelileo ve Copernicus gibi ileri görüşlü gökbilimcilerden önce gezegenimizin güneş sisteminin merkezinde olduğu sanılıyordu. Daha sonra güneş sistemimizin, bütünün küçücük bir parçası olduğu keşfedildi. Şimdi ise gelişmiş gök teleskoplarımızı evrenin uzak noktalarına çevirip, yüz milyarlarca galaksinin varlığına emin olmuş durumdayız. Tüm bu teoriler ilk ortaya atıldığında mantık dışı görünüyorlardı. Oysa zaman içinde elde edilen kanıtlarla birlikte sorgulanamaz gerçekler halini aldılar. Çoklu evrenler kuramı ile ilgili başlıca sorun da burada yatıyor. Teorinin ispatlanması teknolojik açıdan hiçbir zaman mümkün değil. Yine de yüz yıl kadar sonra, insanlar bu kuramın gerçekliğinden şüphe etmeyecekleri bir aşamaya ulaşabilirler. 

5. KARA DELİKLER
image
Kara delikler içe çökmüş olan yıldızlardır. Öncesinde çok büyük kütlelere sahip olan bu devasa yıldızlar giderek soğuyup enerjilerini kaybettiklerinde kütleçekim yasası gereğince çevrelerinde muazzam ölçülerde bir çekim alanı yaratarak hızla küçülüyor ve kendi içlerine çöküyorlar. Öyle ki; bu alana fazla yaklaşan hiçbir cisim ve hatta ışığın kendisi bile kara deliğin oluşturduğu çekimden kurtulamıyor. İlk olarak Albert Einstein’ın öngörüleriyle ortaya atılan kara deliklerin varlığı günümüzde doğrudan gözlemlenememekle birlikte, evrendeki yerleri ışığın dalga boylarının ölçülmesi sayesinde tespit edilebiliyor. Hatta gelişmiş uzay teleskoplarıyla yapılabilen astronomik gözlemler sonucunda, şu ana dek gözlemlenen her galaksinin merkezinde bir kara delik bulunduğu görüldü. Kara delikler hiç ışık yaymıyor olsalar bile, içlerine çektikleri cisimler oldukça yüksek bir ısı seviyesine ulaştıkları için, kaybolmadan hemen önce önemli miktarda x ışınları yayıyorlar. Bu durum onların yerlerini tespit etmek için kullanılıyor.
Kara delikler evrenin bilmeceleri gibi; zamanın yapısı üzerinde engin bir etkileri bulunuyor. Çevrelerinde oluşturdukları kütlesel çekim alanı öyle yüksek ki zamanı yavaşlatarak uzay-zaman dokusunu değişime uğratıyorlar. Fizikçiler ve astronomlar henüz bir kara deliğin merkezinde neler olduğunu aydınlatabilmiş değiller. Merkezde ışık ve maddenin artık kaçamadığı bölgenin sınırlarına ‘olay ufku’ deniyor. Bazıları zamanın bu noktada sona erdiğini, bazıları da bunun diğer evrenlere açılan geçitler olduğunu düşünüyor. Orada neler olup bittiğini anlayabilirsek uzay-zamanın ve hatta kozmosun yapısına dair sırların çözülmesine de şahit olabiliriz.
Günümüzde varsayımsal olarak açıklanabildiği kadarıyla, dört çeşit kara delik bulunduğu tahmin ediliyor. Bunlar Einstein’ın görelilik kuramında oluşturduğu denklemlerden yola çıkılarak gruplandırılıyor ve teorik olarak tanımlanma süreçlerinde önemli rol oynayan bilim adamlarının adlarını taşıyorlar. İki tanesi dönen kara delikler: Elektriksel olarak yüklü ise Kerr-Newman, hiçbir yükü bulunmuyorsa Kerr kara deliği olarak adlandırılıyorlar. Dönme hareketi sergilemeyenlere ise; elektrik yükü varsa Reissner-Nordstrom, yüksüz ise Schwarzschild kara deliği deniyor. Şu ana dek yapılan keşiflerin ışığında, içe çökme öncesi süpernovaların spin hareketi sergilemeleri nedeniyle evrendeki kara deliklerin çoğunun hareketli grupta yer aldığı sanılıyor. Yani değişime uğrasalar bile açısal momentumlarını koruyorlar. Yüklü kara delikler sadece teorik olarak mevcut. Fizikçiler bu özelliklerde kara delikleri hiç gözlemlemedikleri gibi, gelecekte de böyle bir durumun gerçekleşmesini beklemiyorlar. 
image
Eğer gerçek bir gözlemle kara deliğe yaklaşan bir gezegeni izleyebilecek durumda olsaydık, çok şaşırtıcı bir paradoksla karşı karşıya kalırdık. Biz gezegenin olay ufkuna yaklaştıkça yavaşladığını görüyor olurduk. Oysa giderek artan kütleçekim etkisiyle hızlandığını görmemiz gerekirdi. Bunun sebebi, gezegenin görüşümüzden uzaklaşarak kara deliğin merkezine doğru ışık hızına yaklaşıyor olması. Onun yavaşladığını görüyor olsak da, aslında o gezegende olan biri için her şey yaşanmış ve bitmiş olurdu. Zamanın bize göre yavaşlaması ama aynı anda deliğin içinden geçen gezegende hızlanmasının cevabı yine genel görelilikte yatıyor. Kara deliğin içinden geçen gezegen için kütleçekim değerleri maksimum seviyeye ulaşır ve bu nedenle durumu izleyen gözlemci için zaman durma noktasına dek yavaşlıyor gibi görünür. Peki cisimler kara delikten geçtiklerinde tam olarak nasıl bir süreç gerçekleşiyor?
Fizikçi Stephen Hawking, tüm gizemlerin kara deliklerin olay ufkunda yattığını, merkezde kaybolma etkisinin ardında herhangi başka bir sır bulunmadığını açıklamıştı. Çünkü zaman üzerindeki etkisinin yanı sıra, olay ufku içe çekilen cisimlerin ısı miktarını da olağanüstü derecede arttıran bir durum yaratıyor. Hawking, Kara Delik Termodinamiği adını verdiği bir fikir oluşturdu ve böyle bir ısınma etkisinin uzaya enerji formunda parçacıkları yayacağını söyledi. Ona göre tüm bu aktiviteyi yaratan şey kara deliğin merkezi değil, olay ufkuydu. Kara deliklerin yarattığı bu ışıma etkisi, ışığın bile kaçamadığı kaybolma etkisinden bir şekilde muaf oluyordu. Ünlü fizikçi, Hawking Radyasyonu adı verilen bu durumu kuantum mekaniği prensipleriyle açıklamış, izole edilmiş bir kara deliğin zaman içinde yok olmaya mahkum olduğu sonucuna varmıştı. Hawking’e göre onun içinden geçen her cisim sonsuza dek kayboluyordu. Oysa kuantum dinamikleri hiçbir şeyin kaybolamayacağı, sadece değişime uğrayacağı fikri üzerine kuruluydu. Leonard Susskind ise maddenin ve bununla birlikte atomlar bazında onu oluşturan bilginin yok olamayacağını, Hawking’in bir paradoks yarattığını söylüyordu. Bu noktada bir kez daha kuantum mekaniği ve genel görelilik karşı karşıya gelmiş oldu. Böylece yıllardır süren bu savaş, iki büyük fizikçinin önderliğinde, merkezde kara deliklerin olduğu bir düello ile daha da ateşlendi. Bilginin kaybolması, fizik hakkında bildiğimiz her şeyin alt üst olacağı anlamına geliyordu -ki bu durumda Hawking hatalıydı çünkü kuantum teorisini kuramın kendisiyle çelişecek şekilde kullanmıştı. Susskind, Hawking’in kara deliğin zaman içinde yok olacağına dair görüşüne; “Bir kara deliğin buharlaşmasının ne kadar süreceğini hesapladım. Elde ettiğim sayı evrenin yaşının kat kat üzerindeydi,” diyerek karşılık vermiş ve durumun takip edilmesinin imkansız olduğunu açıklamıştı. Aslında fiziğin en başından beri tüm bu sorunları aşması için tek ihtiyacı olan şey standart kütleçekim yerine, onu kuantum değerlerle ifade edebilecek bir kuantum kütleçekim değeri belirlemekti. Bu değer bulunamadığı için her seferinde fikir ayrılıkları yaşanıyordu. Sonuçta Susskind’in itirazı ve önerdiği yeni model ile iki fizikçi bir anlaşmaya vardılar. Kara deliğin içine çekilen bilginin miktarını kuantum mekaniğinde kullanılan Planck değerleri (Planck uzunluğu  10-33 santimetre arasında yer alır ve kuantum mekaniğindeki temel ölçü bilimidir) ile hesaplamak mümkündü. Fakat olay ufku iki boyutlu bir yüzey olduğundan üç boyutlu bilgiyi tutamıyordu. Bu durumda cisim kara deliğin içinden geçerken, olay ufku onun bir hologramını yaratıyor ve Hawking’in kaybolduğunu söylediği bilgiyi bu hologramda tekrar depoluyordu.
Hologram etkileşimi ile sağlanan fikir birliği sonucunda, Leonard Susskind bu etkiden yola çıkarak yeni bir teori geliştirecek ve onu Sicim Kuramı’nin bel kemiği haline getirecekti. 
6. HER ŞEY BİR HOLOGRAM MI?
image
Gördüğümüz, deneyimlediğimiz, aşina olduğumuz ve üç boyutlu gerçeklik düzeyinde tanımladığımız her şey çok uzaklardaki iki boyutlu bir yüzeyden yansıyan hologram görüntüsü olabilir. Bu, evren ve onu oluşturan gerçeklik hakkında şu ana dek duyduğumuz en radikal teori. Üstelik kanıtlarını da kara deliklerden elde ediyoruz. Stephen Hawking ve Leonard Susskind’in kara deliklerin davranış biçimi üzerindeki muhalif görüşleri hologram etkisinin kabul edilmesi ile sonlanmış, ardından Susskind’in öncülüğünü yaptığı Sicim Kuramı böyle bir etkinin tüm evrende geçerli olması gerektiğini savunmuştu. Bu modern fizik teorisi bildiğimiz gerçeklik algısını sarsarak, gerçeğin iki boyuttan oluşan bir görüntü yansıtıcı olabileceğini söylüyor. Deneyimlediğimiz üç boyutlu evren sadece yansıtılan bir hologram görüntüden ibaret olabilir. Çünkü bir kara deliğin içindeki uzay ile dışındaki uzay aynı kurallara göre şekilleniyor. Yani cisimler kara delikten geçerken hologram görüntüsü yaratılarak bilgi korunuyorsa, o zaman evrendeki her şey için böyle bir görüntüleme gerçekleşiyor olması mümkün. Bu durumda gerçek olarak algıladığımız bu evren, aslında onun sadece bize yansıtılan bir görüntüsü oluyor. 
Hologram görüntü bir yanılsama olduğundan, gerçeğin de artık ne olduğu tartışmaya açık bir konu haline geldi. Bu yeni ve sarsıcı fikir henüz bilim insanları tarafından bile tam olarak algılanabilmiş değil. Fakat tıpkı Einstein veya Newton’ın uzay hakkındaki görüşümüzü kökten değiştirmiş olmaları gibi, bu da henüz eşiğinde bulunduğumuz bilimsel bir devrim olabilir. Sonuçta uzayın dokusu ve içeriğini hala çözebilmiş değiliz. Etrafımızda olduğunu, tüm nesneleri kapladığını ve onlara şekil verdiğini biliyoruz. Fakat gerçek kimliği konusunda hiçbir fikrimiz yok. Çözdüğümüzde kozmosun doğasını anlamak adına sorduğumuz tüm soruların cevapları domino taşları gibi önümüze serilebilir.
Holografik Prensip olarak adlandırılan bu görüş, kara delikler paradoksuna alternatif bir yaklaşım sergileyen Leonard Susskind ve Gerard ‘t Hooft tarafından geliştirildi. Sicim Kuramı evrene ekstra boyutlar ekleyerek her şeyin daha kolay açıklanabilir olduğunu savunuyor olsa da, Holografik Prensip tüm o çoklu evrenlerin aslında sadece iki boyutlu bir gerçeklikten yansıdığını söylüyor. Kara deliklerde olduğu gibi, madde evreni terk edip, değişime uğrayarak farklı bir gerçeklik düzeyine geçmiş olsa bile buradayken sahip olduğu bilgi bir hologram olarak kopyalanıp korunuyor. Daha geniş bir ölçekte düşünecek olursak, tüm evrende bulunan bilginin aynı şekilde korunmuş olması ve ‘kozmik ufuktan’ yansıtılan bir görüntüden ibaret olması pek de imkansız bir durum değil. 
Kozmik hologram fikri henüz matematiksel olarak hesaplanıp, etki alanları öngörülebilmiş net bir çalışmaya dönüşmedi. Ama kozmik bir ufuk varsa, evrenin de bir sınırı olduğu ortaya çıkıyor. Yani hologram görüntüsünden ibaret olup olmadığımızı anlamanın bir yolu var. Einstein’ın teorisine göre bir cismin kütlesi, çevresindeki uzay-zamanı bükerek yerçekimini oluşturuyor. Kütle harekete geçtiğinde ise oluşturmuş olduğu yerçekimi dalgalar halinde yayılarak bu hareketi takip ediyor. Buna ‘kütle çekim dalgaları’ deniyor. Almanya’nın Sarstedt kentinde bulunan Geo 600 gibi dedektörler, kütleçekim dalgalarını ölçebiliyorlar. Hologram prensibi de kendisini, Geo 600 dedektörü tarafından ölçülebilecek olan kütleçekimsel ses dalgaları ile ispat edebilir. Amerika’daki Fermilab Ulusal Hızlandırıcı Laboratuarı’nın astronomi profesörü Craig Hogan, 2008 yılında konu hakkındaki öngörülerini Geo 600 dedektöründeki bilim adamlarına göndererek ortak bir çalışma başlattı. Almanya’dan gelen sonuçlar Hogan’ın ölçümlerini haklı çıkarıyordu. Tahmin edilen holografik ses dalgaları dedektör aracılığıyla görüntülenmişti. Fakat Geo 600 dedektörü o kadar hassas ölçümler yapabilecek bir donanımda ki, elde edilen sonuçların sadece bu ses dalgalarını yansıtıyor olduğundan emin olunamıyor. Yani deneyde sonuçların olumlu çıkmasına rağmen, alınan verilerin holografik dalgaları yanısttığının kanıtı henüz elde edilmiş değil. Alternatif bir görü olarak, Harward Üniversitesi fizikçilerinden Juan Maldacena’nın yorumuna göre; üç boyutlu evren sadece düşük enerji seviyelerindeki makro ölçülerde algılanıyor. Çok yüksek enerji seviyelerine veya atom-altı ölçeklere baktığımızda iki boyutlu bir oluşum görüyoruz. Karadeliklerin olay ufku da bizim üç boyutlu evrenimizin bir sınırını oluşturuyor.
Holografik Prensip ile ilgili en dikkat çekici nokta ise genel görelilik ve kuantum mekaniği teorileriyle başlayan fizik karmaşasına bir çözüm önerebiliyor oluşu. Eğer evren bir hologram ise, kütleçekimi de bir yanılsama olarak kabul edilecek. Bu nedenle holografik evrenler, fizik dünyasının içinden çıkamadığı bu iki teorinin arasında bir köprü vazifesi oluşturuyor. 

7. ZAMAN SADECE BİR YANILSAMA MI?
image
Isaac Newton’ın 17. Yüzyılda gerçekleştirdiği çalışmalarında zamanın tüm evrende geçerli olan ve farklı referans noktalarına göre değişemeyecek bir sabit olduğu anlatılmıştı. Fiziğin babası olarak kabul edilen büyük bilim adamı, zaman konusunu tekrar tanımlamaya bile gerek görmedi. Çünkü onun, bu bilim dalının en sağlam kalesi olduğunu düşünüyordu. Fakat evren hakkında sorular sordukça, aldığımız karmaşık yanıtlarla zamanın doğasına dair bildiklerimizi de değiştirmeye zorlandık. 20. Yüzyıl başlarında Albert Einstein, uzay-zamanı araştırmaya başladığında doğa yasalarının çok daha garip davrandığını fark etti. Zaman algısı sadece konuma değil, koşullara da bağlı olarak değişiyordu. Ona göre zaman gözlemciye bağlı bir değişkendi. Çünkü hareket ve uzay arasında bu algıyı etkileyen önemli bir bağlantı vardı: Kütleçekim. Örneğin dünyanın farklı yerlerinde ya da zıt yönlerde hareket eden kol saatleri bile senkronize bir biçimde çalışmıyor, kütleçekim etkisi nedeniyle çok ufak da olsa sapma eğilimi sergiliyorlar. Bu durumda zaman da tamamen göreceli olarak kişiselleşiyor. Uzay-zaman oluşumu, hiçbir etkiye maruz kalmadığı haliyle homojen bir yapı. Ancak bu içerikte birinin etkisi azaldığında, diğeri de o oranda artıyor. Değişimi yaratan ise cisimlerin hareketi. Aslında gezegenin her yerinde eşit miktarda yerçekimine maruz kalıyor ve ışığın hızıyla kıyaslandığında en hızlı araçlarımızla bile zaman üzerinde hakimiyet kuramayacak kadar yavaş hareket ediyoruz. Fakat gerçeğe dair oluşturmuş olduğumuz kavramlar bu değişkeni tam olarak anlayabilmemiz için yeterli değil. Einstein’ın kuramı bize hareket eden biri için zamanın daha yavaş aktığını söylüyor. 
Bilim insanları zamanın ne şekilde işlediğini kavrayabilmek için öncelikle kuantum mekaniği seviyesinde araştırmalar yapıyorlar. Fakat bu gizemi çözebilmek adına yönümüzü atoma ve onu oluşturan parçacıklara doğru çevirdiğimizde, kuantum düzeyde zaman kavramının çok daha yanıltıcı olduğunu görüyoruz. Kuantum mekaniğinin temellerini atmış olan Belirsizlik İlkesi, bu mikro dünyada yapılan tüm ölçümlerin bazı limitler dahilinde kesinlik derecesine sahip olabileceğini söylüyor. Mesela bir parçacığın konumu tayin edilebilirse, hızı konusunda elde edilen veriler şüpheli duruma geliyor. Aynı anda tüm verileri kesin bir doğruluk payı ile ölçebilmek mümkün değil. Kuantum gerçeklik seviyesi ne kadar yakından test ediliyorsa, o kadar çılgınca davranıyor. Sadece denklemlerle tahmin edilebilen parçacıklar ölçeğinde aşina olduğumuz kuralların hiçbiri geçerli değil. Sıra uzay ve zamanda bir değerlendirme yapmaya gelince parçacıkların yarattığı dalgalanmalar ölçümlerin şaşmasına sebep oluyor. Saniyenin binde biri gibi son derece kısa zaman kesitlerinde bile şaşırtıcı uzaklıklardaki uzay-zamanı sıkıştırıp etkiliyor, davranış kalıpları konusunda yapılan tüm tahminleri boşa çıkarıyorlar.
2012 yılında İngiltere’de Londra Üniversitesi bilim adamlarından Nobuhiro Hagura tarafından yapılan deneylerde zamanın sadece hareket halindeyken değil, harekete hazılanırken yavaşlamaya başladığı tespit edildi. Deneyde elde edilen sonuçlara göre; hareket için eğilim gösterildiği anda görsel bilgiyi ölçme kabiliyeti hızlanmaya başlıyor. Daha hızlı bir ölçüm yapabildiğimiz için gözlemleyebildiğimiz her şeyin yavaşladığı algısına kapılıyoruz. Hagura, insan beyninde zamanı ölçen bölümle, hareketi düzenleyen bölge arasında kesin bir bağlantı olduğu sonucuna ulaştı. Einstein’ın zamanın kişisel bir algılama meselesi olduğunu belirtmesinden hareketle, Hagura’nın elde ettiği veriler neticesinde bu algının sadece fiziksel değil, kimyasal olarak da gerçekleştiğini görüyoruz. 
Görünen o ki, zaman yavaşlayıp hızlanabiliyor. Peki bir başlangıcı var mıydı? Ve tam olarak nereden geliyor? Ya da bir gün sonlanacak olabilir mi? Artık düzenden kaosa doğru giden her durumun Big Bang ile bağlantılı olduğunu biliyoruz. Başlangıç anı olarak nitelendirdiğimiz büyük patlama, zamanın tek yönde, o andan şimdiye doğru hareket ettiğine dair bir algı yaratıyor. Bu nedenle onun da tıpkı bir nehir gibi akış eğilimi sergilediğini varsayıyoruz. Zamanın evrensel olduğuna dair kavrayışımız nedeniyle geçmişin geride kaldığı ve geleceğin henüz yaşanmadığı bir kalıp içinde düşünüyoruz. Fakat tüm bunlar tamamen bir ilizyon olabilir. Geçmiş, şimdi ve geleceğin aynı anda yaşanıyor olması fikri her ne kadar çılgınca gelse de bilim insanları bunun doğru olduğuna dair işaretlerle karşılaşıyorlar. Gündelik deneyimlerimizin aksine, zaman hiç akmıyor bile olabilir. Hatta geçmişin henüz yaşanmamış, geleceğin de çoktan gerçekleşmiş olma ihtimali var. Albert Einstein tarafından dile getirildiği haliyle; “Geçmiş, şimdi ve gelecek birer yanılsamadır. Fakat bu oldukça inatçı bir yanılsama.”
image
Dünya’nın hareketini güneş saatleriyle incelemeye başladığımızdan bu yana günü saatlere bölerek zamanı ölçebildiğimizi düşünmüştük. Hesaplar tamamen Güneş’in doğuşu ve batışı arasında gözlemlenen değişime dayanıyordu ve bu kısaca gezegenimizin Güneş yörüngesindeki hareketiydi. Aslında belki de en başından yanlış bir ölçüm yapmıştık. Gezegenimizin Güneş etrafında dönüyor olmasından elde edilen veriler zamanı hesaplayabildiğimiz anlamına gelmiyor. Günümüzde yeni bir alternatif var: Atom saati. Atomların doğal bir frekansları bulunuyor ve titreşimleri sonucunda yaydıkları bu enerji doğanın saati olarak görülüyor. Aslında bu saatler 50’li yıllardan bu yana hassas ölçümlerin yapıldığı tüm uzay deneylerinde kullanılıyor. Sezyum atomu denilen ancak daha yaygın bilinen haliyle kuvars billurunun titreşim frekansına dayanan atom saatlerinde alışkın olduğumuz ölçüm tekniği kullanılmıyor. Üstelik görevi zamanı göstermek bile değil. Sadece diğer saatlerin ayarlanması için bir ölçüt sayılıyor ve frekansları zamanı belirlemek adına bir standart sayılıyor. Özellikle en ufak bir sapmanın bile çok büyük ölçekte hataya sebep olduğu GPS (Küresel Konumlama) gibi sistemlerde zamanın doğru hesaplanabilmesi büyük önem taşımakta. Bu nedenle GPS uyduları, üzerlerinde bulunan atom saatleri ile ölçüm yapıyorlar.
1971 yılında yapılan deneyle, bir jet uçağında Dünya çevresinde tur atan atom saati ile gezegenimizde sabit konumda tutulan diğeri karşılaştırılmış ve Einstein’ın haklı olduğu görülmüştü. Teoride tahmin edildiği üzere saatler arasında saniyenin yüz milyonda biri oranında sapma vardı. Bu önemsiz bir fark gibi görünüyor olsa da, zamanın evrensel bir değer olmadığının kanıtlanmasında büyük bir rol oynadı. Yine de ne kadar doğru bir ölçüm yaptığımıza bakmadan, zaman gizemlerini korumaya devam ediyor. Tüm bu ölçümler bize saatin kaç olduğunu gösterebilir ancak zamanın kendisi hakkında bilgi veremez. Bu durumda ölçtüğümüz şeyin ne olduğu da hayli tartışmalı bir konuya dönüşüyor. 
8. MADDE NEREDEN GELİYOR, ANTİ-MADDE NEREYE GİDİYOR?
image
Günümüz fiziğinin ana hedeflerinden biri madde ve anti-madde arasındaki gizemli bağın çözülmesi. 60’lı yıllarda Peter Higgs’in Standart Model Teorisi ile açıkladığı, gözlemlenemeyen bir alan var. Teoriye göre Higgs Alanı denilen bu manyetik alan, evrenin başlangıç anından çok kısa bir süre sonra oluştu. Tüm evren ve onu oluşturan her bir madde, bu alanda atomlar bazında kütle kazanarak meydana geldi.
1928 yılında fizikçi Paul Dirac, görelilik kuramını kuantum fiziğiyle uyumlu hale getirebilmek için bir düzenleme yapmış ve elektronların davranışını açıkladığı ünlü Dirac denklemini oluşturmuştu. Denklemin daha geniş çapta yorumlanmaya başlanmasıyla, her bir elektronun, aynı kütle değeri fakat karşıt yükte bir ikizinin olduğu anlaşıldı. Bu anti-parçacığa pozitron adı verildi. Son yüzyılın en önemli keşiflerinden birini yaratan Dirac denklemiyle birlikte, anti-madde gerçeği de doğmuş oldu. 1932 yılında Amerikalı fizik profesörü Carl Anderson, farklı bir konuda parçacıklar üzerinde yaptığı deneyler sırasında tesadüfen bir pozitron ölçümü yapmış ve böylece Dirac’ın anti-madde konusundaki tahminleri doğrulanmıştı. Özetle her parçacığın bir karşıt ikizi bulunuyor. Tıpkı elektron, proton ve nötronların maddeyi oluşturuyor olması gibi, anti-parçacıklar da anti-maddeyi meydana getiriyorlar. Fakat evrenimizde sadece madde bulunuyor. Kuantum fiziğinin önerdiği üzere maddenin yok olamayacağını biliyoruz. Bu durumda anti-maddenin nereye gittiği konusu ortaya çıkıyor. Dirac, tıpkı maddeden bir araya gelmiş olan evrenimiz gibi, anti-maddeden oluşan bir evren olması gerektiğini tahmin etmişti.
Madde ve anti-maddenin bir arada bulunmuyor olmaları aslında bizim için çok büyük bir şans. Çünkü birbirlerini imha ederek yüksek oranda radyasyon yaymaya başlıyorlar. Evrenimizin neden sadece maddeden ibaret olduğu konusunda fiziğin farklı teorileri var. Standart teoriler Big Bang anında eşit oranda madde ve anti-madde oluştuğunu söylüyor. Fakat patlamadan saniyeler sonra madde parçacıkları bir şekilde anti-madde parçacıklarından sayıca üstün duruma geldiler. Böyle bir savaşı kazanmak için sadece bir adet fazladan parçacık yeterliydi. Bu durumda tüm anti-madde parçacıkları patlayarak müthiş bir radyasyon yaymaya başladılar. Kozmik arkaplan ışımasında gözlemlenen radyasyonun, büyük patlama ile birlikte bu anti-madde imhasını da gösterdiği düşünülüyor. Fizikçiler şu ana dek bu asimetrinin mekanizmasını tam olarak anlayabilmiş değiller. Büyük patlamadan hemen sonra evrende eşit miktarda madde ve anti-madde oluşmasına yük-parite simetrisi (CP Symmetry) deniliyor. Evrenin şu anda gözlemlediğimiz halinde anti-maddenin içerilmiyor olmasıyla bu durum yüzde yüz yük-parite asimetrisine dönüşmüş görünüyor. Maddenin bu savaşı kazanıp tüm evrene hakim olmasının detayları ise açıklanamıyor. Diğer bir taraftan Sicim Kuramı’nın bunca anti-maddenin nereye gittiği hakkında bazı cevapları var. Teoride maddeden oluşmuş olan her bir evren için, anti-maddeden oluşan bir ikiz evren öngörülüyor ve bu evrenler arasında bir simetri etkisi bulunduğu düşünülüyor.
Madde ve anti-madde bir araya geldiklerinde birbirlerini yok ederken, aynı zamanda ışık taneciği olan fotonları oluşturuyorlar. Fotonlar kütleye sahip olmadıklarından fizikte sanal parçacıklar olarak görülüyorlar. Nükleer enerji bile bu iki karşıt ikizin çarpışması sonucunda oluşan ve fotonlar yoluyla yayılan radyasyon ile kıyaslandığında oldukça sönük kalıyor. Yüzde yüz saflıkta bir gamma ışınımı enerjisine dönüşen bu imha süreciyle deyim yerindeyse sadece bir çay kaşığı ölçüsüyle bile bir gezegeni yok edebilirdik. CERN laboratuarlarında kozmik ışıma yoluyla çok küçük ölçeklerde de olsa anti-madde yaratılabiliyor. 2010 yılında yapılan bir deneyde anti-proton ve pozitron parçacıkları çarpıştırılarak 38 adet anti-hidrojen atomu elde edilmişti. Böylece bilim insanları ilk kez anti-madde üzerinde detaylı çalışmalar yapabildiler. Ancak bu atomlar sadece 16 dakika saklanabildikten sonra kendilerini imha ettiler.
Günümüzde anti-maddeyi gözlemleyebildiğimiz en çarpıcı kozmik oluşum Yengeç Nebulası. Muazzam büyüklükteki süpernovanın patlamasıyla oluşan nebulanın merkezinde bir pulsar (nötron yıldız) bulunuyor. Pulsarlar tıpkı kalp atışı gibi bir ritmle uzaya radyo dalgaları yayıyorlar. Merkezdeki pulsar nedeniyle Yengeç Nebulası madde ve anti-maddeyi iterek enerjiye çeviriyor. Böylece etrafını saran gaz kütlesini meydana getiriyor.
Evrendeki tüm maddenin büyük patlama sonucunda oluştuğu ve anti-maddenin burayı terk ettiği tüm fizikçilerin üzerinde anlaştığı bir nokta. Ancak Standart Model Teorisi üzerinde çalışan fizikçiler anti-maddenin maddeyle girdiği savaşı kaybederek imha olduğunu, Sicim Kuramı fizikçileri ise onun farklı bir evren yarattığını söylüyorlar. Her iki teorinin de konu üzerindeki görüşleri ispatlanabilmiş değil. Ancak bu gizem de tıpkı diğerleri gibi öncelikle uzay-zamanın ve evrenin yapısının anlaşılmasıyla çözülebilir. Maddenin oluşumu ve içeriği bilimin aydınlattığı ve sona eren bir sırmış gibi duruyor olsa da aslında evrendeki tüm maddeyi çözebilmiş değiliz. Örneğin galaksilerin oluşumunda rol oynayan öyle bir madde var ki, onun hakkında henüz hiçbir şey bilmiyoruz.
KARANLIK MADDE 
Karanlık madde günümüz modern fiziğini en çok meşgul eden fenomenlerden biri. Sorun şu ki; evrenin önemli bir bölümü görünmeyen içeriklerle kaplı. Bu madde de bunlardan biri. Onunla ilk olarak astronomların galaksileri incelemeye başlamalarıyla karşılaştık. Galaksi kütlelerinin hesaplanması için iki farklı yöntem bulunuyor. Öncelikle ışıma oranlarına bakılıyor; ne kadar çok ışık yayıyorlarsa o derece kütle sahibi oluyorlar. Bir diğer yol ise galaksiyi oluşturan yıldızların merkez etrafında dönüş hızlarının incelenmesine dayanıyor. Yıldızlar ne kadar hızlı dönüyorsa, galaksi kütlesi o kadar ağır oluyor. Fakat 1930’lu yıllarda astronomlar Jan Oort ve Fritz Zwicky tarafından bir galaksi üzerinde her iki yöntem de denenmiş ve alınan cevaplar farklılık göstermişti. İki ölçümün de doğru olduğu biliniyordu. Bu nedenle sonuçlar üzerinde etki eden bir madde olması gerektiğini düşündüler ve ona Karanlık Madde adını verdiler. Karanlık madde ve kara enerjinin toplamda tüm evrenin %94’ünü oluşturduğu tahmin ediliyor.
Karanlık madde hakkında emin olduğumuz tek şey, bildiğimiz türden bir madde olmadığı. Işığı tamamen emdiği için uzaydaki konumu da saptanamıyor. Fakat muazzam miktarlarda güç uygulayarak yıldızların yörüngelerini belirlediği, dahası muhtemelen galaksilerin tüm formunu şekillendirdiği düşünülüyor. Karanlık maddenin zengin bir kuantum içerik barındırdığından ve kütlesi olduğundan bilim insanlarının hiçbir şüphesi yok. Nasıl bir içerik olduğuna dair cevaplar ise CERN’in LHC laboratuarlarında araştırılmaya devam edilen bir konu. Kuarkları inceledikleri deneylerde bu gizemi çözmeye oldukça yaklaştılar. En azından yakın bir zamanda hakkında fikir oluşturulabilecek yeterli veriye sahip olunacağı düşünülüyor.
CERN’deki çalışmalara devam edilirken, yine İsviçre’nin farklı bir kentinde, Ağustos 2012’de kara delikler hakkında devrim yaratacak yeni bir ölçüm tekniği geliştirildi. Zürih Üniversitesi bilim adamları son teknoloji ürünü bir simülasyon kullanarak kütle ölçümü yapabiliyorlar. Aldıkları sonuçlarda, bugüne dek yapılan hesaplamalarda karanlık maddenin evrendeki dağılım oranının hafife alındığı görüldü. Güneş etrafındaki cüce yıldızlar üzerinde yaptıkları ölçümlerde, bilinenden çok daha fazla bir karanlık madde yoğunluğuyla sarmalandığımızı tespit ettiler.  
VARIŞ NOKTASI: EPR PARADOKSU
‘GERÇEK’ NE KADAR GERÇEK? 
image
Bilimin en güzel tarafı bizleri öğrenmeye teşvik ederek her şeyi sorgulamamıza izin veriyor olması. Tüm bunları gerçeğe yaklaşmak için yapıyoruz. Oysa kuantum mekaniğiyle ilk karşılaştığımız andan bu yana nesnel gerçeklik diye bir şeyden bahsetmek imkansız duruma geldi. Evrenin davranış biçimi, onu algılarken ‘gerçek’ sözcüğünden uzak durmamız gerektiğini işaret ediyor. Hatta bunu ne derece başarabilirsek, sonuçta o kadar tatmin edici cevaplara ulaşıyoruz. Kozmos sandığımızdan çok daha muhteşem bir yapı. Aynı zamanda biraz garip, bir parça değişken ve çözülmeyi bekleyen gizemlerle dolu. Hem meydan okuyor, hem de ilham veriyor. Gündelik hayatlarımızda kuantum dünyanın garipliklerini belki çok fark edemiyoruz ama o hep orada. Atom-altı parçacıkların düzeyine inip onları gerçekten gözlemleyebilecek olsaydık bile göreceğimiz tuhaflıkları algılamamız çok uzun zaman alabilirdi. Aynı anda birden fazla yerde olabilen, hatta biz onlara bakana dek ortadan kaybolan mikroskobik oluşumlarla karşı karşıyayız. Kuantum mekaniğine göre tüm evren şans üzerine kurulu bir oyun. Maddeyi oluşturan atom-altı parçacıklar olasılıklara dayalı bir eğilim sergiliyorlar. Şu ana dek geliştirilmiş en mükemmel teori olması bir yana, tam olarak ne anlama geldiğini kimse çözebilmiş değil. Mümkün olan her bir sonucun aynı anda gerçekleşebildiği kuantum dünyada bizler sadece birer gözlemciyiz. Ancak pasif gözlemciler olduğumuz söylenemez. Çünkü gözlemci etkisi olasılıkları şekillendiren yegane durum. Bir anlamda tüm evreni sadece izleyerek bile etkileme gücüne sahibiz.
Albert Einstein, kuantum mekaniğinin kalbi olan bu belirsizlik ilkesi nedeniyle kuramın bazı eksikleri olduğunu düşünüyordu. Ona göre fizik biliminde sonuçlar tatminkar bir netlik derecesine sahip olmalıydı. Bu nedenle uzunca bir süre kuramın üzerinde düşündükten sonra 1935 yılında nihayet onun zayıf noktasını bulduğu bir açıklama sundu. Çalışma arkadaşları Boris Podolsky ve Nathan Rosen ile yaratmış olduğu bu fikre EPR Paradoksu (Einstein, Podolsky, Rosen) adını vermişti. Paradoksun başrolünde elektron çiftleri yer alıyordu. Bunlar, birbirlerine ters yönde spin hareketi sergileyen parçacıklar. Birinin hareket yönü değiştiğinde, diğeri mutlaka zıt yönde eğilim gösteriyor. Elektron çiftlerinden birini, aralarında hiçbir iletişim olamayacak kadar uzağa taşıyabilsek bile durum değişmiyor. Özetle A alanında yaşanan bir durum, B alanında yankısını gösteriyor. Einstein, kuantum mekaniğinin eksik olduğunun kanıtı olarak ortaya çıkan bu durumu Kuantum Dolanıklık olarak adlandırmıştı. İki parçacık birbirlerinden çok uzakta olsalar bile, uzay-zaman engellerine rağmen tuhaf bir biçimde bağlıydılar. Bu parçacıklarından birinin gezegenimizde, diğerinin de evrenin bambaşka bir noktasında olduğunu varsayalım. Aralarında bildiğimiz türden hiçbir iletişim yok ve buna rağmen birbirlerinin hareketlerinden haberdar olabiliyorlar. Bu, tüm bilimsel tarih boyunca karşılaşılan en garip durumdu. Dahası parçacıklarından birinin üzerinde ölçüm yapılması bile, diğerinin hemen değişmesine sebep oluyordu.
Einstein, kuantum fiziğine getirdiği EPR yaklaşımıyla, böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, gerçekliğin bu denli garip davranamayacağını belirtmişti. Parçacıkların birbirleriyle iletişim kurabildiğini kabul ediyor, ancak bunun mutlaka henüz görülemeyen bir açıklaması olması gerektiğini düşünüyordu. 1967 yılında Kolombiya Üniversitesi astrofizikçilerinden John Clauser, Einstein’ın haklı olduğuna inanarak konu üzerinde araştırmalar yaptı. Yıllar önce İrlandalı fizikçi John Bell tarafından gerçekleştirilmiş olan fakat kimsenin haberdar olmadığı bir çalışmayı açığa çıkarttı. Bell, durumu aydınlatabilecek bir deney için oldukça basit bir cihaz tasarlamış fakat onu hayata geçirmeyi hiç denememişti. Clauser, Bell Deneyi adını verdiği cihazı yaparak binlerce elektron çifti üzerinde ölçüm başarısı elde etti. Ardından Fransız fizikçi Alain Aspect, Bell Deneyi’ni geliştirerek daha ayrıntılı testler yapılabilmesini sağladı. Aspect’in deneylerinde Einstein’ın imkansız olduğunu düşündüğü bir sonuca ulaşıldı: Parçacıklar birbirleri arasındaki iletişimi ışıktan bile daha hızlı bir bilgi akışı ile gerçekleştiriyorlardı. Böylece kuantum mekaniğinin hiç yanılmadığı görülmüş oldu. Deneylerin sonucu oldukça hayret vericiydi. Bir yandan kuantum mekaniğinin denklemlerini haklı çıkarıyor, diğer taraftan bu derece hızlı bir bilgi akışı gerçekleştiğini söyleyerek yepyeni bir durum ortaya koyuyordu: Parçacıklar, sanki aralarında onları birbirinden ayıran uzay-zaman oluşumu yokmuş gibi birbirlerini etkileyebiliyorlar. Kuantum düzeyde gerçekleşen bu etkileşim, maddenin de aynı kurala bağlı olarak benzer bir eğilim sergileyeceğini gösteriyor.
Modern fiziğin başladığı noktadan; Kuantum Mekaniği ve Genel Görelilik kuramlarından yola çıkmıştık. Henüz uzayın dokusunu çözemedik. Zamanı sorguladığımızda sadece saati öğrenebiliyoruz, bir de adının uzayla birlikte anılması gerektiğini. Bu yapıyı anlamak için gözümüzü büyük patlamaya çevirip, nasıl oluştuğuna dair sırları aydınlatmayı başardık. Fakat elde ettiğimiz yanıtlar evrenin hızlanarak genişlediğini gösterdi. Hemen ardından mega evren algısı oluştu, başka evrenlerin varlığı ile yüz yüze gelip, sandığımızdan çok daha küçük olduğumuzu anladık. Varlığından hiç haberdar olmadığımız bir takım karanlık ve esrarengiz maddeler, garip enerjiler, kara delikler girdi hayatlarımıza. Ve onları çözmeye çalışırken, belki de sadece üç boyutlu bir görüntüden ibaret olabileceğimiz sonucuna ulaştık. Maddenin ne olduğunu ise hiç kimse gerçek anlamda çözebilmiş değil. Bir de sonunda evrende her şeyin birbiri ile tuhaf biçimde bağlı olabileceğini görüyoruz. Vardığımız nokta, başından beri herkesin kafasını karıştıran iki kuramın kesişim noktasında karşımıza çıkan bir paradoks. Tüm bunların ışığında ‘gerçek’ diye bir şeyin varlığından bahsetmek biraz gerçekdışı olmuyor mu? En gelişmiş parçacık laboratuarlarına, güneş sistemimizin sınırlarına ulaşabilen uzay araştırma araçlarına, milyarlarca yıl uzağı görebilen teleskoplara ve hatta bu süreçte bilimsel anlamda kazanmış olduğumuz engin bilgi ve tecrübeye rağmen, evreni anlamak için çıktığımız yolculuğun henüz çok başındayız. Yine de bu gizemlerin bir tanesini bile çözebilirsek tüm cevaplara zincirleme ulaşabileceğimiz kritik bir noktaya ulaştık. Belki de bu noktadan sonra, bildiğimiz her şeyi riske atabilecek kadar cesur adımlarla, radikal cevaplara hazırlıklı olarak sormalıyız sorularımızı. Yine de o cevapları anlayabileceğimizin bir garantisi yok. Ne de olsa evren bilmeceler yoluyla konuşuyor. 
Tuna Emren, Popular Science Türkiye - Ekim 2012

Işığın Kütlesi Yoksa Neden Kütleçekiminden Etkileniyor? Işığın Nasıl Enerjisi Olabiliyor?

Modern fiziğe birazcık ilgi duyan herkes, ışığın kütlesiz olduğunu bilecektir. Ancak aynı kişiler, uzak mesafelerden gelen ışığın galaksiler ve karadelikler gibi yüksek kütleli gök cisimleri etrafında yön değiştirdiğini, yani kütleçekiminden etkilendiğini de bilecektirler. Uzak bir kaynaktan çıkan ışık, adeta bir lensten geçiyormuş gibi kırılarak odaklanır. Biz de, örneğin Dünya'dan bunu gözleyebiliriz. Bu olaya, kütleçekim lensleme etkisi denir. İyi ama, eğer ki ışık kütlesizse, nasıl oluyor da kütleçekiminden etkilenir?

Sorunun cevabı aslında çok basittir: kütleçekimi aslen "iki cismin birbirini çekmesi" demek değildir. Klasik Fizik ya da Newton Fiziği'ne göre bu böyledir, evet. Bu yüzden okullarda hep bu basit versiyonu öğretilir. Ancak günümüzde Newton'un Kütleçekim Teorisi'ni büyük oranda egale etmiş ve bu teorinin kullanımını, sadece günlük yaşantımızdaki sıradan nesnelerle sınırlandırmış olan Einstein'ın Görelilik Teorisi sayesinde biliyoruz ki, kütleçekimi cisimlerin birbirine kuvvet uygulaması olayı değildir. Kütleçekimi dediğimiz olay, uzay-zaman dokusunun bükülmesiyle ilgilidir. 

Özellikle büyük kütleli cisimler, içerisinde bulundukları uzay-zaman dokusunu, tıpkı gergin bir çarşaf üzerine bırakılan ağır bir top gibi bükerler. Bu bükümün etki edebildiği bölgeden geçen her cisim, uzay-zamanın dokusundaki bu bozulmadan etkilenir. Buna kütleli-kütlesiz her cisim dahildir. Örneğin Ay'ın Dünya'nın yörüngesinde dönmesinin nedeni, aralarında bulunan çizgisel bir çekim kuvveti değildir. Dünya'nın uzay-zaman dokusunu bükmesinden ötürü oluışan çukur içerisinde Ay'ın dönüp durmasıdır. 

Aynı şekilde, bu bükülmeden ışık da etkilenmektedir. Eğer ki ışığın geçtiği yolda büyük kütleli bir cisim varsa (bir karadelik gibi), bu cismin uzay-zaman dokusunu bükmesi, ışığın yolunu değiştirmek zorunda kalmasına neden olur. Çünkü ışık, kütlesinin var olup olmamasından bağımsız olarak uzay-zaman dokusu içerisinde ilerlemek zorundadır. Eğer ki bu doku bükülmüşse, ışık da onu takip etmek zorundadır. 

Bu durumda akla şu soru gelebilir: "Einstein'ın meşhur E=mc2 formülüne göre enerjisi olan her şeyin kütlesi olmak zorundadır. Işığın enerjisi vardır. O zaman ışığın neden kütlesi yoktur?"

Soru oldukça güzel ve önemlidir. Hata ise, bu formülün hareket halinde olmayan cisimlerin kütlesi için kullanılabiliyor olmasıdır. Buna durgun kütle adı verilir. Işık gibi parçacıklar ise durgun değildir, sürekli hareket halindedir. Hatta, ışık hızında hareket ederler. Hareketli cisimler için Einstein'ın meşhur denklemi, birazcık daha "sevimsiz" hale gelir ve şöyle olur:

E=(p2*c2+m2*c4)0.5


veya biraz daha düzgünce yazarsak:



Burada p, hareketli cisimlerin sahip olduğu momentumdur. Dolayısıyla enerjisi olan her cismin kütlesi olmasına gerek yoktur, hızı olması da yeterlidir. Ancak kütlesi olan her cismin, hareketsiz olsa bile bir enerjisi vardır ve hareketsizlik durumunda meşhur E=mc2 formülü ile enerjisi hesaplanabilir. Dolayısıyla ışığın kütlesi yoksa bile, enerjisi vardır.




şşşşşşşşşşşşşşşşşş

klasik mekanikte p= mv doğal olarak momentum = kütle x hız. Eğer ışığın kütlesi yoksa nasıl enerjisi olabilir bu formüle göre?

"kütleçekim" ismini "uzay-zaman bükülmesi" olarak değiştirmek lazım. İsmi ile işlevi birbirini tutumuyor zira... Ayrıca graviton aramaya da gerek yok o zaman çünkü gravitona gerek yok...

Peki o zaman bunu nasıl açıklarsınız? Galileo’nun Piza kulesinde yaptığı deneyleri -gerçi Aleksandra Koyre Piza kulesi hikayelerine uydurma der ya neyse- bilirsiniz. 2 farklı ağırlıktaki 2 cismi yere attığınız zaman ağırlıkları ne olursa olsun aynı anda yere düşerler. Bunu evde de yapmak mümkün. Biri diyelim 1 kilo öbürü diyelim 10000000000 kilo -sonsuz ağırlık da olabilir fark etmiyor. Tabi burada tüyü deneyimleyemiyoruz çünkü orada hava direnci onu havada tutuyor. Newton bunu şöyle açıklar: Kütlesel çekim o nesnenin ağırlığını aynı oranında çeker yani 1 kiloluk nesneyi 1 kiloluk çekim kuvvetiyle çekerken 1000 kiloya 1000 kiloluk çekim kuvveti uygular o yüzden 2 nesne de aynı anda yere düşer. Sonra Einstein çekim kuvveti diye birşey olmadığını açıkladı. Bu deneyi eğri uzay teorisiyle nasıl açıklayabiliriz?

Uzay-Zaman Bükülmesi Üzerine Bir Kurgu arge7


  
Uzay-Zaman Bükülmesi Üzerine Bir Kurgu:

1--Fenomeni: ABD de bir çiftçi tarlasında yürürken birden kayboluyor.Bunun üzerine ailesi kaybolduğu yeri çember içine alıyor.Çocukları hergün baba oradamısın diye soruyor.Babası Bir süre sonra ses vermeye başlıyor. Ancak zamanla sese gittikçe zayıflıyor ve sonunda yok oluyor.(kaynak:Zaman ve Evren,Johannes von BUTTLAR,Real yy, 1992)

2--Uzay-zaman çukuruna düşmüş yada yerin manyetik alanı nedeniyle zaman akış hızının sıfır olduğu noktada olan bir insan,orada olduğu halde, görünmez, olur.Eğer gemi dışında akış hızı sıfır ise gemi görünmez olur ve göktaşı(madde)çarpması sözkonusu olmaz. 

3--Zamanı kavram olarak değerledirilmeyip, kaynağı güneşler olan ve insanlara hayat enerjisi veren ,fıziksel -biyolojik sonuçları olan bir akış olarak kabul edersek, zamanın Yani zamansal yolun,iki bileşeni vardır 1-Bulunulan noktada zaman akış hızı ,2-süre ve bunların çarpımı zamansal yolu verir.

3.1--Formülü göreceli hale getirmek için(mutlak Koordinat diye bir şey yoktur) hız farkı ve süre farkının çarpımı olarak X,Y,Z doğrultusunda Yazılabilir. 3 mekan(uzay) boyutu,3 zamansal yol boyutu, toplam 6 boyut.X doğrultusunda Sx=(V2x-Vlx).(t2x-tlx) .
Uzayı=Lu,zamanı Lz vektör ile gösetrirsek Lu ile Lz in vektörel çarpımı L vektörünü yani bükülme fonksiyonunu verir.Bu anlamda uzay ile zaman vektörleri arasında açı vardır.

4--Uzay-zaman vektörü(L) eğrilirse(ki büyük kütle,yoğun magnetik alan, yüksek hız) bu noktada gravitasyon ortadan kalkar.Eğer yeryüzünde bir trende gravitasyonu ortadan kaldırırsanız Çok yüksek hızlarda seyredebilir aynı anda uzayda foton jetleri ile ışık hızında (küçük itki Kuvvetleri ile)seyredebilir. Yapılması gereken gravitasyonu ortadan kaldırmak ve küçük itki kuvvetleri ile gemiye tepki vermek.

5--Geminin diğer bir problemide sürtünmeden dolayı oluşan ısıya karşı önlem almak.Burada ısının dalga teorisi önerilebilir.Bu modele göre ısı tıpkı bir elektromanyetik dalga gibi dalga karakteine sahip temel kuarklar-parcacık boyutunda boyuta sahip pacacıkların akışıdır.

6--Bu modele göre böyle bir dalganın frekansı sıcaklık dalgasının titreş,im frekansını verirken,genliği ise bu dalganın sıcaklığını C olarak verir.Bu model doğru ise dalga girişi ile aynı genliğe ve frekansa sahip iki ısı dalgasının girişimi sonucu dgenlikler birbirini söndüreceği için mutlak sıfıra ulaşılır.Gemi kalkanlarında eğer ısı ortadan kaldırılacaksa gelen ısı dalgaları gemi yüzeyinde girişime uğratılmalıdır.Sonuçta ısı ile ilgili teoriler dalga teorisi çerçevesinde yeniden yorumlanabilir ve modellenebilir.

7—Öte yandan Nasıl magnetik alanda hapsedilmiş plazmada ısı korunamıyorsa Magnetik ayna yani magnetik alanda içinde kalan(tasarım) gemiye ısıl hiçbir kuvvet etki etmeyebilir.Böylece geminin ısınması problemide çözülmüş olabilir. L=Lu+Lz= t(Vc+Vz)ters fonksiyonolarak magnetohidrodinamik vs benzer dif. denklemler kullanılarak 
1-gezegenin kütlesi ve hızı 
2-geminin magnetik alan yoğunluğu 
3-izafiyet teorisine bağlı olarak geminin hızı. Gemi uzaya çıktığmdaUzay-zaman bükülür ve gravitasyon ortadan kalkar. Gemi, küçük foton jet itki kuvvetleri ile ışık hızında seyretmeye başlar.

8--Temel varsayım:Zaman akış hızı,bulunulan noktadaki manyetik alan ile ters orantılı olarak Değişir. Aynı zamanda yoğun manyetik alan ile uzay-zaman bükülür ve gravitasyon. sıfıra yaklaşır. manyetik alanının zayıflamasının sonucu zaman akış hızı düşer ve Vz=0 olduğunda madde görünmez hale gelir. 

9--Örneğin gemi tıpkı faraday kafesi(yumurta gibi) dışında yoğun manyetik alan varsa Gemi görünmez hale gelir.Buna göre gemi içinde manyetik alan sıfır olup,zaman akış hızı çok yükselir ve zamansal yol artar.

10--Yukarıdaki fenomende çiftçinin bulunduğu noktada doğal manyetik alan çok yüksek olduğu varsayılıp,zaman akış hızı sıfır (yani zamansal yol sıfır) diğer Bir deyişle çiftçi mekanda aym noktada olduğu halde zamansal koordinatta yok olur yani görünmez hale gelir.

11--Uzay -zaman huni gibi bükülürse bu noktada (uzay-zamanın çarşafa düşen top gibi eğrildiği noktada) gravitasyon sıfır olur. Ve gemiyi gezegene doğru ışık hızının üstünde görünmez olarak yol ahr.Uzay gemisinde telepatik olarak iletişim başlar.

12--Gemi ışık Hızı üstünde yol alırken bile evren çok(milyonlarca ışık yılı uzaklıkta galaksiler) geniş olduğu İçin ancak yakın gezegenlere ulaşılabilir. Öte yandan zamansal yolun ikinci bileşeni olan süre ise 1-hızın (gemi hızının-Rölativite teorisine göre(Einstein ın))la bağlantılı ve biyolojik faktörlerle bağlantılı bir parametredir. 

13--Işık hızında süre yavaşlar (zaman genişlemesi-süre genişlemesi,zaman geçmek bilmez)Gemi dışında yoğun gemi içinde zayıf manyetik alan bunlarla ters orantılı zaman akış hızları anlamına gelecektir. Gemi dışında zayıf zaman akışı Gemi içinde yüksek zaman akışı sözkonusudur. 

14--Gemi içinde manyetik alana bağlı yüksek zaman Akış hızı ve ışık hızında kısalan süre birbirini dengeler ve zamansal yol yani ömür aynı kalır.Uzay –zamanın  huni gibi bükülüğü noktada(uzay-zamanın çarşafa düşen top gibi eğrildiği noktada gravitasyon sıfır olur) gravitasyon sıfır olur.

15--Ve gemiyi gemi gezegene doğru ışık hızının üstünde görünmez olarak yol alır. Uzay ve zaman incelemek demek parçacık (plazma-magnetohidrodinamik) fiziği demek olabilir. Bu anlamda parçacığın yoğun magnetik alanda eğrilmesi neyse uzay-zamanında eğrilmesi aynı şey olabilir

16--Işık hızının sabit oluşu ve bu hızın üstüne çıkılamayışı teorisi eğer gerçek bir teori değilse ki sınamaya başladı ,insanın evreni anlama  yolunda önündeki düşünce engellerinden birisi de ortadan kalka ki herhalde ışık hızının üstünde hızlar olmalıdır ve mevcut bu sınır hava akışlarında ki ses hızı problemi öncesi duruma benzemektedir.Ses hızının aşılacağının teorik çözümlemesiyle ses üstü hızlar deneysel hale gelebilmiştir.

17--Öte yandan zamansal yolun ikinci bileşeni olan süre ise 1-hızın (gemi hızımn-Rölativite teorisine göre(Einstein ın))la bağlantılı ve biyolojik faktörlerle bağlantılı bir parametredir. Işık hızında süre yavaşlar(zaman genişlemesi-süre genişlemesi,zaman geçmek bilmez). 

18--Gemi dışında yoğun,gemi içinde zayıf manyetik alan bunlarla ters orantılı zaman akışı hızlanmış anlamına gelecektir.Gemi dışında zayıf zaman akışı Gemi içinde yüksek zaman akışı. Sonuçta gemi içinde manyetik alana bağlı yüksek zaman Akış hızı ve ışık hızında kısalan süre birbirini dengeler ve zamansal yol yani ömür aynı kalır.

19--Diğer bir deyişle gen modifikasyonu ile 1000 yıl ömür. Yakın gezegen gemilerinin tasarımı ile yakın gezegenlere gidip,kültür ve teknolojilerin tanımak ve inanç sistemlerini,ekonomik sistemlerini öğrenmek güzel olacaktır.

20--Ayrıca nasıl uygun bataklık şartlarında sivrisinek oluşuyorsa,uygun dünya(dünya şartlannına benzeyen) şartlarında yaşam ve organizmalar oluşur ve bu anlamda yaratılma edimi doğal bir olaydır. Önemli olan evrimin ilerlemesi yada gerileyip yok olmasıdır.

21--Bu konuda Yani dünyada insan evrimini,tarih sahnesinde bir var olan birden yok olan insansı ırkların Evrimini kim kontrol etti.Asıl bu sorunun cevabını vermek şimdilik zor.Ancak inanç olarak Dinler cevap verebilir.Buna karşın türlerin evrimi değilde,türün kendi içinde evrimi sözkonusu olması daha doğru gibi geliyor, ancak türün kendi içinde evrimini,uygarlığın gelişimini kim kontrol etti.

22--Tüm türlerin ortak gen havuzu bakteri ise bakteriden insana doğrudan geçiş(yada mutasyon) nasıl oldu(yaratıcı tarafından kontrollü radyasyon+iklim ile mi?)

23--Temel yaklaşım: parcacığın yaratılması aynı anda onu çevreleyen mekan ve uzayıda aynı anda yaratır